
Tarihi yok etme biçimi olarak restorasyon
Gün geçmiyor ki memleketin bir köşesinden restorasyon faciası haberi duyulmasın. Türkiye’de çok çok istisna hâller dışında, restorasyon tarihî bir yapının başına gelebilecek en büyük felakettir. Malum, son restorasyon skandalının adresi Antakya Arkeoloji Müzesi. Konu, Antakya Gazetesi’nden Tamer Yazar’ın yazdığı bir yazıyla gündeme taşındı.
52 milyon lira maliyetle 55 bin metrekare alan üzerine kurulan dünyanın ikinci büyük mozaik sergileme alanına sahip Antakya Arkeoloji Müzesi’nin sahip olduğu Roma dönemi mozaiklerinin son hâli görenleri hayrete düşürdü. Restorasyonla eserlerdeki ifadelerin estetik ameliyat geçirmiş gibi bozulması, eski müzedeki orijinallerinde görülen ancak yeni müzeye taşındıktan sonra bazı parçaların yok olması ciddi bir skandal.
Bir kurul oluşturularak, inceleme başlatılmış. İnsanın dokunmaya kıyamayacağı tarihî eserleri parçalara ayırarak, yere düşürerek, sonra berbat bir tarih katliamıyla müzeye koymaya cüret eden bir zihniyet karşısında inceleme başlatılmasından bir sonuç beklemek mümkün mü? Dilinden muhafazakâr söylemleri düşürmeyen bir iktidar döneminde doğal, tarihî ve kültürel varlıkları muhafaza edememesi neyle izah edilebilir? Gerçi, Marmaray kazılarında bulunan, İstanbul ve dünya tarihini değiştiren arkeolojik eserlere, “üç beş çanak çömlek yüzünden Marmaray gecikti” diyenlerin ülkesinde birkaç mozaiğin lafı mı olur.
Tabii bu Türkiye’nin ilk mozaik skandalı değil. Kemalpaşa’da “Batı’nın Zeugması” olarak nitelendirilen mozaikle kaplı alanda BİM’in market deposu yapmak istediği için yerinde korunması kararı bulunan mozaiklerle ilgili daha sonra kaldırılma kararı verilmesi yine yakın zamana ait bir olay. Buna benzer skandalları saymakla bitmez.
Çanakkale’de 2000 yıllık Apollon Tapınağı’nda tarihî dokunun bozulması, Urfa’da 1200 yıllık kalenin zarar gören duvarının yerine bembeyaz gıcır gıcır duvar inşa edilmesi, Ağrı’da İshak Paşa Sarayı’na camdan tavan yapılması sadece birkaçı…
İstanbul’da eşsiz 26 kilometrelik şehir surlarının imar hareketlerine kurban edilmesi, kıyıda köşede kalanların da neredeyse yeniden inşa edilerek kimliksiz birer şatovari duvarlara dönüştürülmesi kente yapılan en büyük ihanetlerde biri.
Son dönemdeki restorasyon rezaletleri arasında Cumhurbaşkanlığı’nın kullanımına açılarak Akköşk haline getirilen Vahdettin Köşkü’nün betonarme villaya benzemesi, Mimar Sinan’ın son yapıtı olarak Atik Valide Şifahanesi’nin camdan kafes hâline getirilmesi, Rumeli Hisarı Açık Hava Tiyatrosu’nun camiye dönüştürülmesi derken pek çok tarihî eserin betona, asfalta, orijinal dokusuyla uyumsuz inşaat malzemesine gömülmesinin örnekleri pek çok.
Tarihe müteahhit mantığı ile bakınca ortaya bu manzaralar çıkıyor. Bunlar her işi yandaşlarla halletmenin berbat sonuçları. Müteahhitlerle restorasyon projesi yapılamaz. Müteahhitlik mantığı başkadır, mimarlık ise başka bir bakış açısı gerektirir. Bu işleyiş yüzünden bir çok anıt yapı restorasyon adı altında yıkılıp yeniden yapılıyor, sonunda ortada sadece bu ucubeler kalıyor.
Ecdad, medeniyet kültür, tarih, kentleşme kelimeleri istismar şampiyonu olurken, popülist iktidarların elinde kültürel miras alanı geçmişin ideolojik bir söylem alanı hâline dönüştü. Başta İstanbul kentinin tarihî zenginliği olmak üzere kentlerin tarihî dokuları yaratıcı zekâdan, tarihî ve estetik kaygıdan yoksun, eskiyi yeni gibi gösterme peşinde pespaye inşaat çalışmaları ile tahrip edildi.
Geçmişin izlerini silip yok etmek için neredeyse birbiriyle yarışan bir neslin utanç veren icraatları. Bütün bu rezillikler Osmanlı torunu olduğunu iddia edip dilinden ecdad lafını düşürmeyenler tarafından yapıldı, tarihe not böyle düşülsün...
*
Not :
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: