1987 yılında, aylık bir sosyalist derginin genel yayın yönetmeni olarak çalışıyordum. 12 Eylül faşizminin kanlı uygulamalarını teşhir eden ve ülkeye hâkim kıldıkları korku imparatorluğuna karşı duran yayınlar yapıyorduk. Her sayımız toplatılıyor, temsilciliklerimiz, muhabir ve okurlarımız ağır baskılara maruz kalıyordu. Bizimle aynı “kaderi” paylaşan sınırlı sayıda başka dergiler de vardı. 1988 yılında bir “sosyalist basın susturulamaz” kampanyası düzenlemeyi kararlaştırdık.
Kampanya çerçevesinde çok sayıda etkinlik düzenledik. Kampanyamızın bir boyutu, basın-yayın organlarıyla görüşmek, onların yaşadığımız baskıyla ilgili daha duyarlı davranmasını sağlamak idi. Gazete ve dergilerin neredeyse tamamının yöneticileriyle görüşmeye çalıştık. Ama birkaçı dışında hiçbiri bizimle görüşmek, hazırladığımız dosyaları almak dahi istemedi. Etkinliklerimiz hiçbir “merkez” medya organında kısacık bir haber dahi olmadı.
Meclis’te SHP’li vekillerle, Erdal İnönü ile görüştük. Ama dile getirdiğimiz sorunlarla, talep ve beklentilerimizle ilgili parlamentoda da hatırladığım kadarıyla herhangi bir girişimde bulunulmadı.
Buna karşılık hakkımızda açılan davalar daha da arttı. Her sayımız için toplatma kararı verilmesi “rutin” uygulama hâline geldi. Muhabirlerimiz, okurlarımız gözaltına alındı, işkence gördü. 1988 yılı sonunda ben de işim gereği bulunduğum Ankara’da gözaltına alındım. Ağır işkenceler gördüm…
Aradan yıllar geçti. 2005 yılında Ülkede Özgür Gündem gazetesinde çalışıyordum. Devir devran değişmişti ama “muhalif” basın için değişen fazla bir şey de yoktu. Toplatma kararları, davalar, baskılar… O yıl, Şemdinli’de “derin devlet” bombacıları son eylemlerinde paçayı halka kaptırmışlardı. Olayın üzerine gittik. Bombacı subayların ajandalarında yer alan “eylem” krokileri, öldürülecek insanların listeleri gibi vahim bilgileri yayınladık, savcıları göreve çağırdık. Ama onlar bizi “yanlış” anladı ve bizim için soruşturma açıldı. Bürolarımız basıldı. Bilgisayarlarımıza, dosyalarımıza el konuldu. Hakkımızda davalar açıldı.
Şemdinli olayını hükümet ve Genelkurmay açıklamalarının ötesinde “görmeyen” merkez medya, gazetemize yönelik baskının haberini ise, tahmin edilebileceği üzere, “terör baskını” üslubuyla yansıttı okurlarına…
Devletin baskılarına maruz kalan farklı çevrelerin topluma yaşadıkları mağduriyeti göstermek için haykırdıkları slogan, “bizim” de sloganımızdı, “Susma! Sustukça sıra sana da gelecek!” diyorduk…
Bu satırları yazdığım sırada, Twitter fenomeni FuatAvni’nin önceden duyurduğu “150 gazeteci gözaltına alınacak” haberi iki gün gecikmeyle gerçekleşmiş, binlerce polis eşliğinde Zaman Gazetesi ve Samanyolu TV binalarına baskın yapılmış ve bu medya organlarının yöneticileri gözaltına alınmıştı. İktidarın 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının birinci yıldönümünde bu tür bir “rövanşist” şov yapacağı bir süredir dillendiriliyor, bekleniyordu. “O kadar da değil” diyenler yanıldı ve iktidar partisi, tipik darbeci mantığıyla “Türkiye’nin çıkarları bir yana benim iktidarım ve çıkarlarım bir yana” dedi.
Beğenirsiniz beğenmezsiniz, ama sözkonusu medya kuruluşları iktidara muhalefet ettikleri için hedef tahtasına konulmuşlardır. Buna başka kulplar takmak, ancak akılları, vicdanları kararmış yandaş kalemlerin işi olabilir. Nitekim bütün zamanların o bildik klişesi yine bazılarının ağzında: “Ama gazetecilikten alınmadılar ki…”
Zaman Gazetesi’nin önünde “Susma, sustukça sıra sana da gelecek” diyen insanlar var. Ve ben yazımı gazeteye yolladıktan sonra o insanların gösterilerine katılmaya gideceğim. “Ama?” diyenler, bir zahmet yazımı baştan tekrar okusunlar…
Twitter: @CaferSolgun
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: