
Sansürlü yıllar
Ankara’da geçen çocukluk yıllarımda, sanat deyince önce tiyatro gelirdi aklıma, sonra sinemalar, sergiler… Şimdi bakıyorum da, gençlerimizin hayatında bunların yeri yok, ya da yok denecek kadar az. Moda deyimle, sanat sözcüğünü ‘satın almıyor’ yeni kuşaklar.
En çok, bilgisayar oyunlarıyla, yeni çıkan telefonlarla ilgileniyor; televizyon ‘star’larının hayat hikâyelerini takip etmekle yetiniyorlar. Marka olmayan bir şeyin değeri yok, onların nezdinde. Sanat anlayışları, reytingi yüksek dizilerle sınırlı… Tiyatroya gitmek, gazete okumak gibi alışkanlıklardan epeyce uzaklar (Elbette, her zaman, her dönemde, genel geçer değerlere karşı çıkan küçük bir azınlık olmuştur ve –iyi ki– bugün de var. Sözümüz onlara değil)…
Günümüzde, sanatı bir ihtiyaç olarak görenlerin sayısı giderek azalmakta. Ve, azalmaya da devam edeceğe benzer. Bizler, sanat kültürümüzü ailemizden, okulumuzdaki öğretmenlerden almıştık. Bugünün gençleri ise, çok farklı bir ortamda, farklı değerlerle yetişiyor, yetiştiriliyor. Önü alınmazsa, geleceğimiz bugünkünden de karanlık olacağa benzer.
Bu gidişe bir son vermenin yolu, siyasal iktidardan geçiyor. Peki, umut var mı? Siyasal partilerin seçim bildirgelerini, programlarını göreceğiz önümüzdeki günlerde, sanata ne kadar önem veriyorlar, anlayacağız. Pek iyimser değilim bu konuda; partilerin aday listelerini gördükten sonra… CHP listelerinde –seçilme şansı olan yerlerde– iki sanat insanı var yalnızca: Zeynep Altıok Akatlı ve Hilmi Yarayıcı. Bir de, sanatsal duyarlığından kuşkumuz olmayan eski Kültür Bakanımız, Fikri Sağlar… Kültüre, sanat değer verdiğini söyleyen bir siyasal parti için koca parlamentoda üç kişi yeterli mi sizce?
AKP listelerinde bir saray şarkıcısı ile eski Kültür-Turizm Müsteşarı Mustafa İsen’ den başkasını göremezsiniz. Sanırım, MHP listesinde bir türkücü var… HDP’de de Sırrı Süreyya Önder ve –keşke listenin daha önlerinde yer verilseydi diyeceğim– yazar arkadaşımız Aydın Çubukçu… Anlayacağınız, kültür- sanat hâlâ gündemin son sıralarında, tüm partilerde…
Oysa, uçurumun kıyısına gelmiş, tüm değerlerini yitirme noktasındaki bir toplumun başlıca ilacıdır, sanat. Bireylerin ekonomik durumlarını iyileştirebilirsiniz ama, dünyalarını zenginleştiremezseniz, bir toplumsal dönüşümden söz etmeniz hayalden öteye geçemez.
Siyaset dünyası için sanat, kullanabildiği sürece anlamlıdır. Karşı çıkan, soru soran sanatı yadırgar; yadırgamakla da kalmaz yasaklar. Dün de böyleydi, bugün de böyle… Kimi zaman tolerans gösterir, ama kendisine karşı bir tehdit algıladığı zaman, elindeki tüm olanakları kullanmaktan geri durmaz.
Hayatımız, sansürle boğuşarak geçti. Siyaset, hiçbir dönemde sanata özgürlük tanımadı. Özerk bir sanat alanından hep korkuldu. Sanat alanı, bürokrasinin güdümünden kurtulamadı, kurtarılmadı. Şu günlerde yaşadığımız ‘eser işletme belgesi krizi’ başka türlü nasıl açıklanabilir?
Sansürün tümden kaldırılmasından hep korktu devletimiz. İşine geldiği zaman, bir kenarda tuttuğu yönetmelikleri devreye sokuverdi… Darbe dönemleri, daha açık sözlüydü. “Yasakladık” deyip, çıkıverirlerdi. Şimdi, daha kibarlar; “eser işletme belgeniz yok, ne yapalım” deyiveriyorlar…
Bu ortamda, CHP’nin ve HDP’nin sansüre karşı çıkışlarını anlamlı buluyor, destekliyoruz. Ama, bu iş siyasetçilere bırakılmayacak kadar ciddi… Sansür varsa, biz bu oyunda yokuz diyen sanatçılara seyircinin sahip çıkması gerek.
1977 yılında, sansüre karşı İstanbul’dan Ankara’ya yürümüştük. Genç bir yönetmen, Deniz Yeşil o günlerin direnişini beyazperdeye taşıdı, “Yollara Düştük” belgeseliyle… Bu akşam, Abbasağa Parkı’nda buluşup, bu filmi izlemeye var mısınız?
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: