Demokratik rejimlerde yönetim mekânlarına “saray” değil, “çalışma ofisi”, “bürosu” gibi adlar verilir. Saraylar, halkın egemenliği, temsili gibi siyasal kavramların olmadığı modern demokrasi öncesinin yönetim mekânlarıdır. Bu nedenle demokratik rejimlerde yönetimler kendi mekânlarını tanımlarken saray kavramını kullanmaktan imtina ederler. Saraylar genellikle yüksek duvarlarla çevrili, çoğu zaman halkın içine girmek şöyle dursun, önünden geçmesinin bile mümkün olmadığı yerlerdir. Bilinmezlik üreten, iktidarı gizleyen, kendi normlarını koyan, sınırları tanımlanamayan mikrokosmoslardır. Saraylar otoriter iktidarların, monarşilerin arzu mekânlarıdır. Bugün bu nedenle monarşik rejimlerden kalan saraylar genellikle halka açık müzelere dönüştürülmüştür. Bu durumun bazı istisnaları olabilir: Yönetimin “halk adına” olduğunu göstermek ve “hukukun üstünlüğü” kavramını ifade etmek için kullanılır, örneğin “adalet sarayları” gibi. Ancak bu adlandırma ayrıcalıklı bir yönetici sınıfın yaşadığı debdebeli yer anlamına gelmediği için tersine bir işlev görür. Adalet sarayları demokratik değerleri temsil eden simge mekânlardır, yönetimle halk arasında bir asimetrinin tersine dönüştüğünü gösterir.
Önce “Başbakanlık Çalışma Ofisi” inşaatı olarak başlatılan, seçimlerden sonra “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”na dönüşen, iddialara göre muhtemelen “Başkanlık Sarayı” olarak hazırlanan bu yapı neyi gösteriyor?
KAMUDA MÜLKLERİN SAHİBİ KİŞİLER DEĞİL, KURUMLARDIR
Günümüzde göstermelik seçimlerle ayakta duran, ya babadan oğla geçen iktidarların, ya da siyaset aracılığıyla zenginleşen çocukların, yakınların olduğu ülke yönetimlerinde hâlâ saraylara rastlanır. Çoğu zaman bu sarayların inşa edilme biçimi de ülkenin nasıl yönetildiğinin ve birçok siyasal meselenin de göstergesi. Çünkü saray bir kişinin özel evi olmadığına, kişisel serveti ile yaptırılmadığına veya satın alınmadığına göre öyle “hop” diye yaptırılmasına ya da ne olacağına, nasıl kullanılacağına karar verilecek bir yapı değil. Yasalara göre kurumların stratejik planında ve bütçesinde olması gerekir. (Bunun için önce teklif olarak parlamentoda tartışılmış, karara bağlanmış olması…) Ayrıca “Başbakanlık Çalışma Ofisi” olmaktan çıkıp “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”na dönüşmesi için de birtakım kararların alınması gerekir. Söylemeye bile gerek yok, kamuda mülklerin sahibi kişiler değil, kurumlardır. Bu nedenle ilgili kararların birtakım prosedürlerden geçmiş olmaları, şehircilik, koruma, imar gibi konularda ilgili kurumların planlama kararlarına göre inşa edilmeleri beklenir. Buraya kadarı normal bir hukuk devletinde sorulması gereken sorular. Sonrası ise zannedersem bu çerçeveyi aşıyor. Benim dikkati çekmek istediğim konu ise bunlar olmadan uygulamanın nasıl mümkün olabildiği.
“Türkiye’nin en önemli mimarlık eseri. Milletimizin övünç kaynağı. Nesiller boyu anlatılacak, övünç kaynağı olacak bir eserdir. Bir mühendis olarak yapılan eserden gurur duyuyorum…” Bunlar TOKİ Başkanı Turan’ın sözleri. Görüldüğü gibi eksik kalmış.
Hukukun aşılmasını mümkün kılan şey TOKİ’nin hem kamu, hem şirket gibi davranabilen bir “alet” olmasıdır. TOKİ şehir içindeki kamu arazilerine imar hakkı verip, satılmasından elde edilen gelirleri özel talimatla yöneten bir “kasa”dır. Siyasal iradenin kamusal nitelikten mahrum kalmasını sağlayan bu ikili kişiliktir. Normal bir hukuk devletinde yalnızca bu tür uygulamalar değil, bu tür kurumlar olmaz, olursa da yolsuzluk yapmak olarak görülür. Çünkü bu kurumlarda ortaya çıkan, üretilen bir kamu iradesi değil, özel iradedir. (Türk Hava Yolları A.Ş. de özel bir şirket olmasına rağmen talimatla bir uçak satın alıyor ve bunu Cumhurbaşkanı’na “hediye” ediyor. Başka bir örnek de kamu kuruluşlarının yöneticileri de makam arabaları…) Bunun ne anlama geldiğinin herhalde herkes farkında. Demokrasilerde kamusal niteliği oluşturan kurumsal mekanizmalar, hesap verme ilişkileridir. Bu nedenle “saray” bir anayasa meselesi olarak tartışılması gereken bir konuya dönüşüyor. Eğer bu devasa yapı gelecekteki başkanlık sisteminin bir fiili adımı olarak gerçekleştiriliyorsa, o zaman bu kararın oldubittiye getirilmesi, tıpkı bir darbe yapılması gibi anayasal bir sorun teşkil eder.
SONUÇ
İktidarlar ne yaptıklarını mekânda söyler. Mekân iktidarların söylemediklerini söyler, sırlarını ele verir. Hatta çoğu zaman gelecek hakkında fikir verir. Hatta çoğu zaman iktidarların kendi iradeleri zannettikleri sistemin yapısını ele verir.
Normal bir siyasal rejimde bir iktidar seçimle değişebilir, yerine bir başkası gelebilir. Ama görünür kamu bütçesinin ötesinde, çok büyük imar rantlarını keyfî bir biçimde kontrol eden iktidarlar seçimle gidemez. Bu tür iktidarlar göstermelik seçimlerle kalıcılaştırılan monarşik yapılardır. Çünkü hukuk dışındaki bir alanda kendilerini yeniden üretirler. Bu koşullarda iktidar içinde bir yer değiştirme olamaz, sistemin değişmesi gerekir. Çünkü siyasetçinin artık seçimleri kaybetmesi, kendisiyle birlikte olanları yarı yolda bırakması mümkün değildir. Bu yüzden bu tür iktidarlar devlet rantları ile zenginleşen, medyayı, oy verecek çalışanları köleleştiren oligarklara yaslanır, teslim olur. İdeoloji burada önemli bir işlev görür. Her türlü sorgulamayı engellemek, ne yapılırsa kutsal bir “dava” için yapıldığına kitleleri ikna etmek, aynı zamanda da zenginliği paylaşmak için kullanılan bir araçtır. Örneğin bir taraftan AB üyeliği için adımlar atarken etnik ayrımcılık yaparak Roman mahallelerini yıkan uygulamalara girişmek, yoksulları yaşadıkları yerlerden sürmek; demokratik gelişmelerden söz ederken halkın kamusal alanlarda anayasal gösteri yapma hakkını engellemek, şiddet uygulamak böyle bir şeydir. Bir taraftan “İstanbul’un Anayasası” olacağı söylenen planlar hazırlarken, 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul, Yeni İstanbul adı verilen uydu şehir, araç tüneli gibi şehri küresel sermayeye ve yerli işbirlikçilerine peşkeş çekmek… Neden bunlar olur? Siyasetçiler namussuz ve yalancı oldukları için mi? Hayır. Yalnızca sistemi ele geçirmeye çalışan sistem tarafından ele geçirildiği için…
*
Not:
Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: