
Cannes 2015: Sinema hayatın anlamını sorguluyor
68. Cannes Film Festivali’nin ilk günlerinde öne çıkan dört filmden söz etmek istiyorum bugün. İkisi yarışmada, diğerleri farklı bölümlerden… Bu yıl yarışmada yalnızca iki filmle temsil edilen Amerikan sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Gus Van Sant, 2003 yılında “Fil” adli yapıtıyla Altın Palmiye almıştı.
Yönetmenin 16. filmi, eleştirmenlerin tümünden geçer not almasa da, benim favorilerimden biri. Bir evlilik, ölüm ve pişmanlık öyküsü anlatıyor Gus Van Sant, “ Ağaçlardan bir Deniz” (The Sea of Trees) adli filminde. Bir çiftin ilişkisi üzerine odaklanıyor film. Karısını aldatan bir adam, bozulan bir ilişki, kadının yakalandığı ölümcül hastalık sonucu ölümünün ardından verilen intihar kararı. Ve internette “intihar için ideal yer” yazınca, beliren Japonca bir yer adı…
Tokyo yakınlarındaki “Aokigahara” adli orman, Japonların intihar için seçtikleri ormanın adı. Girişi kolay, çıkması güç bir orman bu. Matthew McConaughey’in canlandırdığı adam, duyduğu derin pişmanlık sonucu sürüklendiği bu ormanda, bir Japon ile karşılaşır ve ormandan çıkmaya çalışan bu adama yardım etmeye çalışır… Yönetmen, ormandaki serüvenle, evli çiftin ilişkisini paralel kurguyla veriyor. Filmin metafizik boyutunun altını abartmadan, ustalıklı dokunuşlarla çiziyor. Evlilikleri boyunca, karısının vergi numarasını bildiğini ama, hangi rengi, hangi mevsimi sevdiğini öğrenemediğini fark eden bir erkeğin, yaşamı yeniden sorgulamasına tanık oluyoruz, “Ağaçlardan Bir Deniz”de…
VAROLUŞ VE RASTLANTILAR
Festivalde, yarışma dışı olarak gösterilen son Woody Allen filmi de, şu ana dek izlediğimiz en güzel filmlerden biri. Amerikalılardan çok, Avrupalıların sevdiği bir yönetmendir Woody Allen. Çalışkandır; neredeyse her yıl yeni bir filmle gelir karşımıza. Genellikle, hayatın anlamı, daha doğrusu anlamsızlığı üstüne bir şeyler söyler, kendine özgü mizah duygusu içinde. Bu kez, gene varoluşu sorgulayan bir filmle çıkageldi. Kara komedi ile romantik komediyi buluşturan bir film, “Irrational Man” (‘Akılcı olmayan bir Adam’ diye çevirmek de olmaz ki…bu sözcüğün Türkçe karşılığı yok galiba). Allen’in kamera arkasında kalmayı tercih ettiği filmde, bunalımdaki bir felsefe profesörünü canlandıran Joaquin Phoenix ve hayatına giren iki kadında Emma Stone ve Parker Posey çok başarılı. Allen, filmde Kant’tan Kierkağaard’a çeşitli filozoflara göndermeler yapıyor.
Kahramanımız, yakışıklı profesör hayatın anlamsızlığına inanmışken, tesadüfler onu bir cinayete sürüklüyor. “İnsanın hayatta bir amacı olmalı” dediğini sanıyorsunuz ama acaba öyle mi ? Çünkü, seçilen amaç, etik (Türkçe yorumuyla anlamayacaksanız, ‘ahlaki’ diyebiliriz) olmayan bir davranış gerektirebilir. Üstelik, bu amaç gerçekleştiğinde mutluluğun garantisi de yok! Kadınların aldığı hayat dersi de cabası. İdealize ettikleri adam hakkında ne kadar yanıldıklarını anlıyorlar filmin sonunda.
Yönetmen, bir yandan “hayata tutunmanın yolu, insanın kendini bir amaca adamasıdır” derken (basın toplantısında, Primo Levi’nin “konsantrasyon kamplarından kurtulabilenlerin çoğunluğu komünistlerdi, çünkü hayatta bir idealleri, amaçları vardı” sözcüklerini anımsatıyordu), öte yandan hayatın anlamsızlığını, yaptığımızın tercihlerin bizi yanıltabileceğini anlatıyor. Sonuçta, “ahlaki” bir çözüm getirmiyor film; hayatımızı belirleyen rastlantıları vurgularken… Ve, mesajını bir öğretmen edasıyla değil, filmdeki genç öğrencinin naifliği içinde aktarıyor. Basın toplantısında, hayat felsefesini şöyle özetliyordu Woody Allen :
“Yarın ne olacağım ya da nasılsa birgün öleceğim diye düşünmektense, bir işle meşgul olmak daha iyi. Ben kendimi oyalamanın yolu olarak sinemayı seçtim”. Guş Van Sant’ın metafizik yaklaşımı ile de mutluluğa uzanmak mümkün, Allen’in gerçekçi yaklaşımı ile de… Tercih sizin. Barbunya ezmesinden hayat dersi Japon geleneksel kültürüne duyduğu saygıyı çeşitli filmlerinde dile getirenn Japon sinemasının en ünlü kadın yönetmeni, ilk filmiyle Cannes’da ‘Altın Kamera’ kazanmış Naomi Kawase, “An” adli filminde, mutluluğun sırrını n, yapılan ise duyulan sevgide yettiğini anlatıyor. Japonların çok sevdiği bir yiyeceğin, tatlı barbunya ezmesinin adı “An”; bir tür fast food olan ‘dorayaki’ adli ‘pancake’in içinde sunuluyor.
Cannes’in “Un Certain Regard” (Belli Bir Bakış) bölümünün açılış filmi olarak gösterilen “An”da, cüzzamlı olduğunu daha sonra öğreneceğimiz yaşlı bir kadın, dorayaki satarak hayaini kazanan bir adama bu işin inceliklerini öğretirken, mutlu olmak için kiraz çiçeklerinnin güzelliğinden, kokusundan haz almayı bilmek ve önyargılardan kurtulmak gerektiğini hatırlatıyor. İnanç mi, mücadele mi ? Bu yılki yarışmadan ödülsüz dönmeyeceğine inandığım (şimdilik, En İyi Yönetmen dalındaki tercihim) bir filmle bitirelim. “Saul’un Oğlu”, genç Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi (bu yönüyle, Altın Kamera’nın güçlü bir adayı), sinemanın son 50 yılında sayısız filme konu olmuş, 2. Dünya Savaşında Nazilerin konsantrasyon (temerküz) kamplarında yaşanan dehşeti beyazperdeye yansıtıyor.
Yönetmen, 35 mm. ve siyah-beyaz çektiği filmde, 1941 Sonbaharında, ünlü Auschwitz-Birkenau kampında geçen, izlenmesi yorucu bir serüven yaşatıyor seyircisine. Kahramanımız, kampta ‘Sonderkommando’ olarak adlandırılan, Nazilere yardımcı oldukları için ölüme gönderilmeyen Yahudilerden biri. Onun gözünden izliyoruz olup bitenleri, dar bir çerçeve içinden…
Çok az sözcükle, yoğun bir ses bombardımanı altında…Ve, film bittiğinde nefes nefese kalıyoruz. Saul, Yahudileri gaz odasına götürmek, ölüleri fırınlara taşımak, arkalarında bıraktıkları eşyaları kümelere ayırmak,depolamak gibi gündelik işlerle uğraşıyor. Bir gün, gaz odasında ölmeyen bir çocuğun kendi çocuğu olduğuna karar veriyor (biz, öğrenemiyoruz onun gerçek çocuğu olup olmadığını) ve onun doktorlarca kesilip, biçilmesini ve fırında yakılmasını önlemeye çalışıyor. Tek amacı var; mahkumlar arasında bir rabı bularak, çocuğu Kaddish duasıyla toprağa vermek. Oysa, Nazilerle işbirliğine zorlanan -belki de, bir süre daha yaşayabilmek adına bu onursuzluğu kabullenen- Sonderkommando’lar bir isyanın hazırlığı içinde. Saul, onlara verdiği sözü tutamıyor; çünkü aklı fikri çocuğunu gömmekte…
O da, hayatın anlamını böyle buluyor. Ama, Woody Allen’in filmindeki gibi yanlış bir seçimle. ‘Krematoryum’ların dehşetini içerden yansıtan bir film “Saul’un Oğlu” (Serüven sineması kalıplarını aşamayan 2. Dünya savaşı filmlerinin aksine). Macar yahudilerinin savaştaki teslimiyetçi tavrını eleştiren Nemes, Saul rolünü üstlenen yazar Geza Rohrig’in başarılı yorumu ve Matyas Erdely’nin olağanüstü görüntülerinin de katkısıyla güçlü bir yapıta imza atıyor. Şimdilik, Altın Kamera ve/ya da Altın Palmiye’nin en güçlü adayı.
VECDİ SAYAR