
‘Aşk’ın 3-Boyutu’
Festivalin bitimine üç gün kala, dün gece gösterilen “Aşk”, bu yılın en çok tartışılacak filmlerinden biri olacağa benziyor.
Arjantin asıllı Fransız yönetmen Gaspar Noe, 1998 deki ilk filmi “Tek Başına”dan sonra çarpıcı, yenilikçi sineması ile olduğu kadar, yarattığı skandallarla da ün kazanmış bir sinemacı.
2002’ de yaptığı “Dönüşü Yok” (İrreversible) pak çok ülkede sansüre takılırken, eleştirmenlerin bir kısmınca göklere çıkarılmış; 2009 yapımı “Boşluğa Giriş” (Enter the Void) işe aynı ölçüde ilgi görmemişti.
Gaspar Noe’nin cinselliği ve şiddeti kutsayan sinemasının son örneği “Aşk”, ama pornografi ile romantizmin sınırlarında dolaşırken, bu kez şiddet ögesini kullanmıyor. Beyazperdenin bugüne dek gördüğü en cesur filmlerden biri olan “Aşk”ın seyirciyi de, eleştirmenleri de ikiye böleceği kuşkusuz.
Aşık bir çiftin dünyasına bir üçüncü kişinin, komşu kadının girmesi gibi son derece sıradan bir öyküyü, kışkırtıcı bir cinsellik dozuyla ve estetik planlarla anlatan filmin bazı sahnelerini anlatmam olanaksız (gazetenin başı derdi girsin istemem).
İki ağız içinde üç dil gösteren afişini görmek, “Aşk” hakkında yeterince ipucu verir herhalde. Pek çok ülkede ciddi kesintilerle oynayabilecek bir film bu; o zaman da geriye ne kalır bilmem ! Yönetmenin, aşk hakindaki söylemi oldukça muğlak. İsteyen, yaşanan çılgın cinselliğin boşluğu ve aşkın kutsallığı mesajını çıkarabilir (filmin kahramının yaşadığı pişmanlıktan) ; isteyen romantizmle cinselliğin bir bütünün parçaları olduğu mesajını… Filmin 3-boyutlu çekilmesinin, şimdi anlatamayacağım bazı sahneleri dışında islaevini anlamak zor.
Üçlü ilişkiyi üç boyutta anlatmak gibi espriden de kaynaklanmış olabilir bu seçim. Ahlak değerlerini sorgulayan, küçük çapta skandallara yol açan filmlere yer vermek Cannes’in gelenekleri arasındadır. Bu yıl “Aşk”ın yanısıra, bir yarışma filmi de bu çizgideydi. Fransız yönetmen Valerie Donzelli, “Marguerite ve Jülien” de, Orta Çağlarda geçen bir aşk öyküsünü, Tourlaville Lordu’nun oğlu ile kızının toplum ve aile baskısına başkaldırışlarının hikayesini, çağlar ötesine uzanan bir masal formunda anlatıyor.
Donzelli, birbirlerini küçük yaştan itibaren seven iki kardeşin, giderek karşı konulmaz bir tutkuya dönüşen ve trajik bir sonla noktalanan öyküsünü (helikopter v.b.) anakronik öğelerle süslese de, etkileyici olamıyor.
Ne demişti Amy Winehouse : ‘Love is a Losing Game” (‘Aşkta Kazanan Yoktur’ diye mi çevirsek ?) Başarılı bir belgesel: Amy Tıpkı Noe’nin “Aşk”i gibi, yarışma dışı olarak ve bir geceyarısı seansında gösterilen “Amy”, festivalin en başarılı yapımlarından biriydi. İngiliz sinemacı Asıf Kapadia’nın belgeseli, bu büyük müzisyenin öyküsünü hiçbir kurmaca öğeye gerek görmeksizin, arkadaşlarının çektiği amatör filmlerden konser filmlerine, ciddi bir arşiv taraması ile elde edilmiş görüntüleri kurgulayarak anlatıyor. Amy Winehouse’un benzersiz yeteneği ve samimiyeti filme damgasını vuruyor. Mutsuz ve yalnız bir çocukluktan, milyarların sevgilisi olmaya uzanmak kolay değil elbette. Amy, bu yükü uzun süre taşıyamıyor ne yazık ki. Aşk tutunmaya çalıştığı tek dal Amy’nin, ama onu uyuşturucu tuzağından kurtarmaya yetmiyor.
Dağlar da Aşınır Aşkın mutlak olup olmadığı, ilişkilerin sürekliliği bu festivalde pek çok filmin konusunu oluşturuyor. Çin sinemasının usta yönetmenlerinden Jia Zhang-Ke, 1999da başlayıp, bugüne,oradan da 2015 yılına uzanan bir tutku ve yalnızlık öyküsü anlatıyor, “Dağlar da Aşınır” (İngilizcesi ‘Mountains May Depart’) adli son filminde. Aynı kadına aşık olan iki erkeğin öyküsü bu; biri zengin, diğeri yoksul… Dağlar bile zamanla yıpranıp, aşınırken, ilişkiler yıpranmadan yerinde durabilir mi ? Zhang-Ke, bu soruyu sorarken, Çin’de yükselen kapitalizmin insanı değerler üstündeki yıpratıcı etkisine dokunuyor. Klasik bir melodram olması, “Dağlar da Aşınır“ı Cannes’da ödül listesinin dışında bırakabilir, ama festivalde izlediğim iyi filmlerden biri olduğunu söylemeliyim.
Sorrentino’nun “Gençlik”i Bu yıl, İtalyan sinemasının başa güreşeceği daha program açıklanırken belliydi. Nanni Moretti, Matteo Garrone ve Paolo Sorrentino gibi bir üçlünün bu yıl ülkelerine ödülsüz dönmesini beklemiyor kimseler. Diğer ikisi izlzndikten sonra, Sorentino bekleniyordu.
“İl Divo”, “Muhteşem Güzellik” adlı filmleriyle Cannes’da ödüllendirilen yönetmen bu kez “Muhteşem Güzellik”te de işlediği bir kaç temayı iç içe işlerken aynı bütünlügui kurmakta zorlanıyor. Sorrentino’nun gözde temaları, geride kalan gençlik, şöhret ve nostalji bu filmde de ön planda. Sinemanın iki efsane oyuncusu da çabası. Ünlü bir orkestra şefi ve besteci rolünde Mİchael Caine, kariyerinin son günlerindeki bir yönetmen rolünde Harvey Keitel, gençlik aşklarını yaşayan çocuklarıyla birlikte zengin ve ünlü yaşlıların tatilini geçirdiği bir oteldeler… Biri, artık şeflik yapmak istemiyor, diğeri ise son filminin senaryosunu bitirmeye çalışıyor… Pişmanlık ve hüzünle geçen günler, kuşaklar arası değer çatışmaları ve hiç yitirilmeyen bir duygu : güzelliğe duyulan özlem…
Tayvanlı ünlü yönetmen Hou Hsiao-Hsien, 9. Yüzyılda geçen ve Çin’in geleneksel savaş sanatlarına bir saygı sunuşu niteliğindeki “Katil” adli filminde -konu ile pek bağdaşmasa da- üslup özelliklerinden taviz vermiyor. Alışkın olmayan seyirci için – hele uzak doğu savaş oyunlarına meraklı gençler için- dayanılması güç uzun planlar içeren filmin, olağanüstü güzellikteki doğa görüntülerini ve mizansen ustalıklarını inkar edecek değilim elbette. Ama, benim yönetmenlerimden biri değil, Hou Hsia-Hsien. Festival yönetmeni Fremaux, bu yıl aile ilişkileri üzerinde yoğunlaşan yarışma paletini zenginleştirebilmek adına çok farklı türlerde ve üsluplarda filmlere yer vermiş.
9. Yüzyılın uzak doğu kılıç oyunlarından, 21. Yüzyılın silahlarıyla donanmış, Meksika’daki uyuşturucu kartellerine CIA ve FBI’ın yaptığı bir operasyonun öyküsünü anlatan Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’un “Sıcario”su (Meksikada, tetikçi anlamında kullanılıyormuş bu sözcük), dünya pazarlarında rahatlıkla yer bulabilecek bir yapım. Emily Blunt, Benicio del Toro, Josh Brolin gibi iyi -ve ünlü- oyuncuların da katkısıyla nefes nefese izlenen bir gerilim-serüven filmi. Pazarın kanunu Pazardan söz açmışken, bu yılki seçkinin -bana göre- en iyileri arasında yer alan bir Fransız filminden söz etmem gerek.
Gerçek hikayeleri beyazperdeye taşımakla ünlü Stephan Brize, “Pazarın Kanunu” (La Loi du Marche) adli filminde, günümüzün en can alıcı sorunlarından birini, işsizlik sorununu beyaz perdeye getiriyor. Belgesel tadındakl filmin başrol oyuncusu dışında tüm oyuncuları kendilerini oynuyor. Fransız işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunları, sistemin türlü çeşitli oyunlarını gündelik hayattan sahnelerle, didaktizme kaçmadan veriyor Brize. Bu kadar masaldan sonra insane iyi geliyor doğrusu… Fransız sinemasının usta yönetmeni Jacques Audiard’ın, ödül tahminlerini altüst eden filmi “Deephan”dan söz etmeyi de yarına bırakalım. Pazar akşamı verilecek ödüllere ilişkin tahminlerimizle birlikte.
VECDİ SAYAR