Perşembe , 28 Mayıs 2015
Anasayfa » Her Taraf » Rafi, Niko, Yani, Mösyö, Hanna, Bağdagül Teyze neredesiniz şimdi?
Rafi, Niko, Yani, Mösyö, Hanna, Bağdagül Teyze neredesiniz şimdi?

Rafi, Niko, Yani, Mösyö, Hanna, Bağdagül Teyze neredesiniz şimdi?

 

MURAT UTKUCU- GECİKMİŞ YAZILAR/ Her şey değişir ve akar. Ne hayat kendini iki kere tekrarlar ne aynı sokağı, aynı bacaklar iki kere adımlar. Ülke ve insanlar da değişiyor. Ama rejim hep kendini yeniden ve yeniden üretiyor. Eskisini ilga edip yenisini kurduğunu iddia edenler için, yetmişlerin Beyoğlusu ile bugünü kıyaslayın. Her ikisinde de mahalleyi tek tipleştirmek isteyen kaymakam aklını görürsünüz.

 

 

  1. Bazı şehirlerin ruhu vardır. İstanbul’un ruhu varsa o ruh Beyoğlu sokaklarında saklıdır. Çocukluğum Beyoğlu’nda geçti. Bana hep tarihî bir film setinde yaşıyorum duygusu verdi bu semt. Bir filmin içinde! Arnavutkaldırımlı yollar; yüksek pencereli cumbalı evler; her biri sanat harikası kabartmalarla süslü duvarlar; tavanları işlemeli odalar, Bizans sembolleri asılı, tokmakları pirinç, demir kapılar. Başka bir dünyada yaşıyor duygusu veren ne varsa bu sokaklara yığılmıştı sanki. Belki o yüzden Murathan Mungan, bizim sokağımızda yaşamıştı bir süre. Belki o yüzden “Hayallerim Aşkım ve Sen” filminin intihar sahnesi aynı sokakta hattâ bizim evde çekilmişti. Yetmiş iki milletten insan yaşardı o yıllarda. Rum, Ermeni, Yahudi, Türk, Kürt, Boşnak, Süryani vs. Ve her dinden insan. Milletler değişti ama bugün yine sayı aynı. Yetmişli yıllardı ve sokak arkadaşlarımın yarısı Hıristiyan’dı. Rafi, Niko, Yani… Ermeni olan Rafi sıkı topçuydu. Aynı takımdaysanız galibiyet garantiydi. Kimsin diye hiç sormadık. Düşmanca duygular da beslemedik. Asala eylemleri henüz başladığı içindi belki. Zaten koca bir halkın soykırıma uğradığını bile bilmiyorduk. Ermeniler zararlı cemiyet kurmuş bir halktı sadece. Unutuluşun çölüne sürülmüşlerdi bu kez bizim mahallede. Belki o yüzden yırtmıştı bizim Rafi. Ama zavallı Yani o kadar şanslı değildi. Sakarya’da Yunan ordusunu nasıl hacamat ettiğimizi anlatıp en hafif deyimle üzerdik çocuğu. İsminin Türk olduğuna yemin billah etmesi hâlâ yüreğimi kanatır. Misafirliğe gittiğimiz Rum komşularımız vardı! Ölen Türk kocasının yasını, sokağa taşındığımızda on yıldır tutmakta olan siyahlar içindeki Rum teyze. Hep üzgündü. O geçerken herkes saygıyla susar ve onu işaret ederdi. Bir de Mösyö vardı. Bize çarşı pazarda asla bulunmayan küçük oyuncaklar hediye ederdi hep. Başından hiç çıkarmadığı kepiyle sahiden Fransızlara benzediği için mi ona böyle derdik bilmiyorum. İnce uzun yüzü, zayıf bedeni üzerinde dostça gülümserdi. Sık sık yemeğe gelirdi bize. Babamla yakındılar. Sokaktaki o küçük dükkânı, Harikalar Diyarı gibiydi. Ne iş yaptığını bilmezdik ama dükkânında büyülü bir şey vardı bizi heyecanlandıran. Nasıl zarif ve kibar bir adamdı. Tıpkı sokağın, Anadolu’dan gelmiş etek altına pantolon giyen köylü kadınlarına Küçük Hanım diye hitap eden o yakışıklı kibar Arnavut bahçıvan gibi. Mösyö dâhil Rum komşularımız bir gün çekip gittiler. Kıbrıs Savaşı’ndan sonra kendilerinin ama daha çok çocuklarının canlarından endişe etmişlerdi ihtimal. Yani’yi bir daha görmedik. Niko’yu da… Ama Rafi hâlâ oradaydı. Onun gidecek bir ülkesi yoktu belli ki. Darbe olduğunda sokağımızın bin yıllık sakini “yabancılar” artık kaldırımları adımlamıyordu. Onlar gidince sokak ruhunu kaybetmekle kalmadı, asayişini de yitirdi. Yerlerini sadece Anadolu’nun yoksulları değil yeraltı hayatının sakinleri; fahişeler, mamalar, pezevenkler alacaktı. Herkese yer vardı mahallede. Her mesleğe ve memlekete… En üst katımızda dindar bir aile otururdu. Seyfi Amca, aya gidildiğini kabul etmez –ay nurdur çarpar çünkü–, o gece Kur’an okumasa sokağın yıkılacağına inanırdı. Hâlbuki Duraç Sokak her gün vukuattan yıkılırdı. Gün ortasında bıçaklı kavgalar, beşinci kattan kendini atmaya kalkan yaşlı alkolik orospular vesaire. Ama emekçi mahallesiydi nihayetinde. Üst kat komşumuz Kayserili Sendikacı Dursun Abi’ydi. Mahallenin tek komünisti. Darbe olduğunda askerler kırk cemseyle gelip tek onu götürdüler sokağımızdan. On iki Eylül sabahı “Kahvaltıya buyurun” diyen anneme “Bacım beni şimdi almaya gelirler” deyişi hâlâ kulaklarımda. Kitaplarını saklamak için seferber olan diğer aileler tabii ki başlarını belaya soktuklarını biliyorlardı. Ama komşuluk böyle bir şeydi işte. Mesela Erzincanlı komşularımız vardı. Bağdagül Teyze –ne güzel bir isim– Alevi’ydiler! Onlar Alevi’yken biz tam olarak neydik bilmiyordum. Annem hiç “Biz Sünni’yiz!” demezdi mesela ama kim Alevi bilirdik. Tuhaf değil mi? Onlar mezhepti, daha aşağı bişey yani; biz ise dine yani yüksek bir şeye mensuptuk. Yine de Giritli Mehmet Ali Bey’in evinde tüm insanlar eşitti. Süryani ahbaplarımız vardı. Babam yanlarında çalışırdı. Bayramlarımızda karşılıklı ziyarete giderdik. Bayramlarımız karışmıştı birbirine. Ama on iki yaşındaki Küçük Mari bana hediyeler almaya başladığında farklı dinlerden evliliğin olamayacağını da onlar tebliğ ettiler bize. “Siz!,” derdi Hanna Amca’nın karısı, “Diğer Müslümanlara hiç benzemiyorsunuz. Tarlalarımıza girip sırf Hıristiyan olduğumuz için zarar verirlerdi. Onlar Müslüman’sa siz değilsiniz. Siz Müslüman’sanız onlar değil.” Anlayacağınız Süryani halkına karşı sadece devlet değil o dönemde Kürtler de en hafif deyimle müşfik değillerdi. Kürt kelimesini ilk kez o sokakta duydum. Yıl 1975 olmalı. Bir kadın bağırıyordu: “Ben Kürdüm. Kürt demek Türk demek Türk demek Kürt demek!” O hâlde mesele yoktu yani. Kürtlerin kim olduğunu öğrenmek için on yıl beklemem gerekecekti! Ankara Siyasal’ın yurdunda Mülkiyeli Şafii bir Kürt genci koridora çekip o denli merak ve heyecanla “Hadi anlat bana Kim bu Kürtler!” diye sormuştum ki Ağrılı delikanlı benim ajan olmadığıma o an kanaat getirip yavaş ve kararlı sesle bütün hakikatini özetlemişti: “Biz doğunun kadim halkıyız.
  2. Şehir merkezleri önce zenginleri ağırlar. Çevresi ise yoksulları. Sonra eskidikçe şehir, zenginler merkezden kaçar; yoksullar, köhnemiş mahallelerinin yıkık dökük evlerine geçer. 1973’te İzmir’den göçtüğümüzde, Pera, Anadolu yoksullarının işgaline uğramıştı. Rum ve Ermenilere ait koca koca apartmanlara Müslümanların nasıl el koyduğu hasetle anlatılır arada “Haram maldan hayır gelmez” demek de ihmal edilmezdi. Ama ne şanstı kocaman apartmanları gasp etmek! 74’le birlikte mahalleden Hıristiyan halk hızla çekildi. Onlarla birlikte mahallenin canı da sanki! İyice dökülmeye başladı evlerin içi dışı. Bedreddin Dalan, Tarlabaşı dönüşümünü başlattığında evler bakımsızlıktan artık yarı harabeydi. Yine de yaşıyorduk fare ölüleriyle birlikte. 1986 yılında biz de öylece bırakıp İzmir’e döndük, o yüksek taş evlerin kafa kafaya verip sohbet ettiği; güneşin rica ile sokaklarından içeri girdiği; pencere pervazlarından incelik, kapı kollarından ustalık, her bir sokağından estetik ve zarafet akan o büyülü mahalleyi. Şehrin Hıristiyan azınlığıyla birlikte vaziyeti toparlayan Anadolu yoksulları mahalleden kaçıp giderken yerlerini doğunun o büyük direnişçi halkına bıraktılar. Düzeni de yıkıp yenisini kurmak üzere şehrin yıkıntılarına gelen Kürt yoksullarına.
  3. Yaşadığım ev, kentsel dönüşümden etkilenmedi ve tarihî sokaklar yerle bir edilirken işlemeli demir parmaklıklarında bacaklarımı sarkıttığım evimiz dozerlerin gazabından kurtulmayı başardı. İstanbul’a her gittiğimde önünden geçerim mutlaka. İnsan yokoluş karşısında çocukluğunun geçtiği evin duvarlarına hüzünlü hasretle sarılmak istiyor. Eski kentleri korumak ölüme direnmenin bir yolu sanki.

Her şey değişir ve akar. Ne hayat kendini iki kere tekrarlar ne aynı sokağı, aynı bacaklar iki kere adımlar. Ülke ve insanlar da değişiyor. Ama rejim hep kendini yeniden ve yeniden üretiyor. Eskisini ilga edip yenisini kurduğunu iddia edenler için, yetmişlerin Beyoğlusu ile bugünü kıyaslayın. Her ikisinde de mahalleyi tek tipleştirmek isteyen kaymakam aklını görürsünüz. Eskisinde Türklük, bugün Sünnilik ön planda. Eski rejim, yarı laik Hanefi milliyetçi Türk tipi üzerinde çalışırken yeni rejim Osmanlı milliyetçiliği üzerine Sünni bir insan modeli peşinde. İkisi de rantçı, ikisi de emek düşmanı ikisi de zalim, ikisi de ötekine düşman! Ama Pera’nın ruhu hâlâ Beyoğlu sokaklarında dolanıyor. Hâlâ ruhundan üflüyor şehrin ve ülkenin üstüne. Eşitlik, özgürlük ve yok edilen halklar adına bir partinin barajı geçmesi için o da Anadolu’nun bütün tanrılarına dua ediyor.

Son olarak, mutlu çocukluğum için teşekkür ediyorum sana Pera!

[email protected]

 

*

Not:

Geçmiş yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz:

http://arsiv.taraf.com.tr

Etiketler: